Haber: Hilal SOLMAZ

(İSTANBUL) - Klasik ve rock müziğini buluşturan ORBI, The Oscillating Revenge of the Background Instruments (Arka Plandaki Enstrümanların Salınımlı İntikamı) adlı sıra dışı projeleriyle yarın İstanbul Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda (CRR) dinleyiciyle buluşmaya hazırlanıyor. Konser öncesi ANKA Haber Ajansı'na konuşan grup üyeleri, "İstanbul sadece bir şehir değil, bir metafor, yaşayan bir eşik. ORBI için burada çalmak, turne takvimine eklenmiş sıradan bir konser günü değil; şiirsel bir kesişme, hiç yaşamadığımız ama müziğimizde hep taşıdığımız bir yere yapılan sembolik bir dönüş. Havası bile tamamlanmamış bir akor gibi" sözleriyle İstanbul hayranlıklarını dile getirdi. 

Klasik ve rock müziğini buluşturan ORBI, The Oscillating Revenge of the Background Instruments (Arka Plandaki Enstrümanların Salınımlı İntikamı) adlı sıra dışı projeleriyle 13 Haziran’da (Yarın) İstanbul Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda (CRR) dinleyiciyle buluşmaya hazırlanıyor. Klasik müzikle rockı, doğaçlamayla çağdaş cazı buluşturan, adını "Arka plandaki enstrümanların salınımlı intikamı" anlamının kısaltmasından alan grup ORBI, sahnede aynı zamanda müziğin kültürel ve toplumsal sınırlarla nasıl yüzleşebileceğini anlatan bir hikaye sunuyor. Doğu ile Batı’nın kesişim noktası İstanbul’un bu anlatının güçlü bir simgesi olarak öne çıktığını belirten ORBI, İstanbul konserinin sadece bir performans değil; farklı kimliklerin, türlerin ve ifade biçimlerinin birbirine temas ettiği sembolik bir buluşma niteliği taşıdığını vurguluyor.

Grubun kurucularından ünlü fagot sanatçısı Bram van Sambeek ve perküsyonist Marijn Korff de Gidts, konser öncesi ANKA Haber Ajansı’nın sorularını yanıtladı. Sanatçılar, projenin arkasındaki yaratıcı vizyonu, müzik türleri arasında kurdukları köprüleri ve İstanbul konserinin kendileri için taşıdığı sembolik anlamı anlattı.

"The Oscillating Revenge of the Background Instruments” ifadesi hem mizahi hem de felsefi çağrışımlar taşıyor. Gerçekten de arka planda kalan enstrümanlar için bir hikaye mi yazıyorsunuz?

Bram van Sambeek: Bu isim hem esprili bir yaklaşım içeriyor hem de altında ciddi bir düşünce barındırıyor. Solo kariyerlerimize baktığınızda, çaldığımız enstrümanlar için bu zaten oldukça sıra dışı bir durum. Fakat biz, Hammond org, fagot, kontrbas ve perküsyon gibi genellikle arka planda kalan bu enstrümanların sanıldığından çok daha fazlasını yapabileceğini düşünüyoruz. Biz dört müzisyen, sahnede bir araya geldiğimizde her parçayı enstrümanlarımızın farklı yönlerini ortaya koymak için bir fırsata dönüştürüyoruz. Ortaya çıkan şey ise, her seferinde özgün ve sınırları zorlayan bir müzikal anlatım oluyor. Bu enstrümanların klişelere sıkışmış algıdan kurtulması, daha görünür ve özgüvenli bir konuma gelmesi gerektiğine inanıyorum. Sanatsal açıdan düşündüğümüzde, neden örneğin bir kontrbas solistine kıyasla keman solistleri programlarda yüz kat daha fazla yer bulabiliyor? Elbette kemanın sevilen bir repertuvarı var ve dinleyiciler bu eserleri tekrar tekrar duymaktan keyif alıyor; bunu yadırgamıyorum. Ama bu durum, göz ardı edilen enstrümanlar için daha fazla eser üretilmesini zorunlu kılıyor. Bu sorumluluk da yalnızca programcılara ve bestecilere değil; aynı zamanda vakıflara ve en başta biz müzisyenlere düşüyor.

"Bu tarzlar arası geçişkenlik, programı bizim için olduğu kadar dinleyici için de sürprizlerle dolu"

Depremde 151 kişiye mezar olan Palmiye Sitesi davasında savcı, 3 sanığa 22 yıl 6'şar ay hapis cezası istedi
Depremde 151 kişiye mezar olan Palmiye Sitesi davasında savcı, 3 sanığa 22 yıl 6'şar ay hapis cezası istedi
İçeriği Görüntüle

Mahler ve Wagner’in epik dünyasını The Doors ya da Radiohead gibi isimlerle aynı sahnede buluşturmak büyük bir vizyon gerektiriyor. Bu geçişlerde dengeyi nasıl kuruyorsunuz? Dinleyici hangi duygusal veya zihinsel köprülerden geçiyor?

Bram van Sambeek: Elbette ciddi bir vizyon ve dikkatli bir denge gerektiriyor. Ancak repertuvarda seçtiğimiz eserler, türleri ne kadar farklı olursa olsun ortak temalar etrafında birleşiyor, açgözlülük, ölüm ve yeniden doğuş gibi. Bu da geçişleri hem duygusal hem düşünsel açıdan daha akıcı hale getiriyor. Birçok parça zaten oldukça epik bir atmosfer taşıyor ve bence rock grupları bu hissi yaratmak için klasik müzikten önemli ölçüde besleniyor. Örneğin The Doors’un The End parçasında Mahler’in 1. Senfonisi’ne doğrudan bir göndermede bulunuyoruz. Radiohead ise zaten kendi içinde türler arası sınırları zorlayan bir grup; bazı parçaları çağdaş klasik müzikle neredeyse örtüşüyor. Grubumuzun perküsyon sanatçısı Marijn Korff de Gidts’in düzenlediği Spectre yorumumuz, orijinaline kıyasla çağdaş caza daha yakın bir tınıya sahip. Bu tarzlar arası geçişkenlik, programı bizim için olduğu kadar dinleyici için de sürprizlerle dolu, çok katmanlı bir deneyime dönüştürüyor.

"Hem klasik hem de çağdaşın hissedildiği bir ifade alanı"

Hammond orgu, fagot, kontrbas ve perküsyon gibi farklı dünyalara ait enstrümanları aynı cümlede bile duymak zor; siz bunları bir sahnede nasıl konuşturuyorsunuz? Bu birliktelik, yaratım sürecinde çatışma mı yaratıyor, yoksa sürpriz mi?

Marijn Korff de Gidts: Farklı müzik geleneklerinden gelen enstrümanlarla çalışmak, farklı diller konuşsalar da aynı imgelerle rüya gören eski dostlar arasında bir diyaloğu bir araya getirmek gibi. Yaratım süreci, bu enstrümanların taşıdığı tarihlere ve tınılarında gizli kültürel duygulara kulak vermekle başlıyor. Onlara egzotik nesneler ya da ehlileştirilmesi gereken araçlar olarak yaklaşmıyoruz. Her birini kendi sesi, kendi mizacı olan birer işbirlikçi gibi görüyoruz. Amacımız, hepsini tek tip bir ses içinde eritmek değil; aksine, onların bazen çatışmasına, bazen de uyum kurmasına dürüstçe alan açmak. Bu da sahnede hem klasik hem çağdaş hissedilen bir ifade alanı yaratıyor. Seyirci, yapı ile doğaçlama, gelenek ile yeniden yorum, tanıdık ile bilinmeyen arasında gidip gelen o gerilimi hissedebiliyor. Biz sahnede yalnızca müzikal sınırları aşmaya çalışmıyoruz; o alan bir tür işitsel sınır coğrafyasına dönüşüyor, kimliklerin sabit değil, akışkan olduğu bir yere.

Klasik müzik dinleyicisiyle rock dinleyicisinin aynı konser salonunda buluşması sizce sadece bir ‘merak’ mı, yoksa bu birliktelik yeni bir müzik kültürünün habercisi olabilir mi?

Marijn Korff de Gidts: Paylaşmak istediğimiz atmosfer, sanki size ait olduğunu bilmediğiniz bir rüyaya adım atmak gibi, samimi, elektrik yüklü, biraz da tekinsiz. Zamanın kontrolünü kaybettiği, sınırların bulanıklaştığı bir yer, türler arasında, sanatçı ile izleyici arasında, hatta insanın kendi içindeki kimlikler arasında. Farklı müzikal disiplinleri bir araya getirmemizin amacı, çeşitliliğimizi sergilemek değil; hiçbir türün tek başına kuramayacağı kadar dürüst bir dil inşa etmek. Klasik yapı bize ağırlık katıyor, elektronik dokular nefes aldırıyor, rock müziği toprağa bağlıyor, doğaçlama ise ateş gibi öngörülemez ve canlı. Bunlar sahnede birbirinden kopuk parçalar olarak değil, tek bir duygusal gerçeğin farklı yönleri olarak birleşiyor. Ortak bir hissin etrafında dönüyorlar; her biri onu başka bir açıdan kırarak büyütüyor, önce bedende hissedilen, sonra zihinde anlam bulan bir şeye dönüşüyor.

"İstanbul’da çalmak, müziğimizin fiziksel bir tezahürüne adım atmak gibi"

İstanbul, Doğu ile Batı’nın buluşma noktası olarak tıpkı sizin müziğiniz gibi kültürel sınırları aşıyor. Bu şehirde sahne almak ORBI için sadece bir konser mi, yoksa müzikal anlatımınızla örtüşen sembolik bir durak mı?

Marijn Korff de Gidts: İstanbul sadece bir şehir değil, bir metafor, yaşayan bir eşik. ORBI için burada çalmak, turne takvimine eklenmiş sıradan bir konser günü değil; şiirsel bir kesişme, hiç yaşamadığımız ama müziğimizde hep taşıdığımız bir yere yapılan sembolik bir dönüş.

Bizim müzikal anlatımız, zıtlıkların sürtünmesi ve akışı arasında doğdu, yapı ile kaos, gelenek ile başkaldırı, kök ile kopuş. İstanbul da tam bu alanda var oluyor, çelişkilerin ritmiyle nefes alıyor. Minarelerin neon tabelalara karşı silueti, yüzyıllık taşların üzerinde geleceğin adım sesleri yankılanıyor. Havası bile tamamlanmamış bir akor gibi. İstanbul’da çalmak, müziğimizin fiziksel bir tezahürüne adım atmak gibi. Burası, Doğu’nun Batı’yı silmediği, Batı’nın Doğu’yu bastırmadığı bir yer, aksine karşılıklı konuşabildikleri, tartışabildikleri, birbirini baştan çıkarıp dönüştürebildikleri bir diyalog alanı. Sahnede yapmaya çalıştığımız şeyin bire bir yansıması bu, sınırları yok etmek değil, onları diyaloga davet etmek. Yani hayır, bu bizim için sadece bir konser değil. Bir aynaya bakmak gibi. Bestelediklerimizle, henüz keşfetmediklerimizin buluştuğu bir kesit. 

Bu farklı disiplinler konser anında nasıl bir ortak ruha dönüşüyor? İçinizdeki ‘klasikçi’ mi yoksa ‘rockçı’ mı daha baskın kalıyor?

Marijn Korff de Gidts: Sahnede içimizde öne çıkan taraf, en çok dinleyen yanımız. Sezgisel olan. O halimiz geçirgen odadaki enerjiye, anın nabzına, notalar arasındaki sessizliğe sonuna kadar açık. Sonunda amacımız etkilemek değil, davet etmek. Müzik dinlemekten öte, kimsenin bizi izlemediği anda kim olduğumuzu hatırlayabildiğimiz bir alan açmak.

Kaynak: ANKA